
Teknoloji ve Kültür Söyleşisini 28 Mayıs 2025’te Kadıköyde, Sun’s Art Studio’da Gerçekleştirdik. Birbirinin hem ürünü hem de inşacısı olan teknoloji ve kültürü tarihten yola çıkıp incelediğimiz, birbirlerini nasıl değiştirdiklerini ve geliştirdiklerini konuştuğumuz etkinliğin içeriğini paylaşıyoruz.
Söyleşiye öncelikle teknoloji ve kültür kavramlarını tartışarak başladık. Bunların ne oldukları, birbirleri ile nasıl etkileşim halinde oldukları ve birbirlerini nasıl değiştirip geliştirebilecekleri üzerine kısaca fikir alışverişi yaptık. Sonrasında, konuya tarihsel yaklaşabilmek adına bazı tanımlamalar yapmaya başladık.
Öncelikle, insan toplumunun yapıtaşları olan altyapı ve üstyapı kavramlarını ele aldık. Altyapı, bir toplumun ekonomik temeli ve üretim tarzıdır. İçerisinde üretici güçleri, üretim ilişkilerini, toplumda ürünün ve mülkiyetin nasıl bölüşüldüğünü tarifleyen altyapı teknolojinin de içerisinde bulunduğu bir kümeyi kapsamaktadır. Üstyapı ise bu ekonomik ilişkilerden yükselen siyasal, ideolojik ve kültürel yapıları içerir. Devlet, hukuk, eğitim, etik ve din gibi, toplumun üretim tarzıyla ilişkili kurum ve yapıların bütününe verilen isimdir. Dolayısıyla altyapı, üzerine inşa edilebilecek sistemin temelini oluştururken üstyapı bu temeli korur, geliştirir ve onu etkiler.
Burada önemli olan, bu ilişkinin çift yönlü oluşudur. Son kertede altyaı üstyapıyı belirlese de üstyapı, altyapının korunmasında veya değişmesinde rol oynamaktadır. Dolayısıyla da birinin gelişkinliği diğerini de geliştirirken birindeki bir sorun diğerini de etkilemektedir.
Bu yönüyle bakıldığında Teknoloji, altyapının parçasıdır. Doğayı dönüştürmek için kullanılan aletler, makineler, teknik bilgiler, iş bölümü biçimleri ve üretim yöntemlerini kapsar. Kültür ise Üstyapının parçasıdır. Düşünce biçimleri, değer sistemleri, gündelik yaşam alışkanlıkları, davranış biçimleri, sanat, hukuk, din ve eğitim gibi ideolojik yapıları kapsar.
Öyleyse teknoloji ve kültürü ele alırken teknolojinin gelişiminin kültürü değiştirdiği, kültürdeki değişimlerin de teknolojinin gelişimini etkilediği sonucuna varabiliriz. Her teknolojik gelişme, onu kullananlar için yeni bir yaşam tarzı yaratmaktadır. Ancak bu yaşam tarzının gelişime açık veya kapalı olması, bu teknolojik gelişimin toplumun hangi parçası tarafından nasıl kullanıldığı gibi sorularla beraber anlam kazanmaktadır. Bu konuyu netleştirdikten sonra, tarihsel bir okuma yapabilmek ve konuyu detaylandırabilmek için gözümüzü insanlık tarihine çevirdik.
İnsanlık tarihini kabaca üç evrede ele alabiliriz. Sınıf öncesi toplum (İlkel Komünel Toplum), Sınıflı toplum (Köleci, Feodal ve Kapitalist toplumlar) ve Sınıfsız toplum (Sosyalizm, komünizm ve sonrası). Bu bağlamda teknolojik ve kültürel gelişimlerin karşılıklı etkileşimini saptayabilmek üzere saydığımız toplumların altyapı ve üstyapılarını incelemeye başladık.
İlkel Komünal Toplum, insanlığın yaklaşık 150-200.000 yıl boyunca içerisinde bulunduğu, Homo Sapiens türünün oluşumundan yaklaşık olarak MÖ. 10.000’lerde son bulmaya başlayan bir dönemi kapsamaktadır.
Bu dönemin altyapısına bakıldığında Komünal üretim ilişkileri görülür. Avcılık toplayıcılık ve basit tarımla uğraşılır. Teknolojik olarak taş aletlerin ve ateşin kullanıldığı, el emeğinin oldukça önemli olduğu bir durum görülmektedir. Üretim ve tüketim, zorunluluktan ötürü kolektiftir keza üretim fazlası yoktur. Dolayısıyla mülkiyet de toplumsaldır.
Bu dönemin üst yapısına bakıldığında kimliğin kolektif olduğu, sınıf olmadığı için devletin de bulunmadığı, toplumun örgütlenişinin kabile veya klanlar yoluyla sağlandığı, bilimsel bilgi olmadığı için mitolojik düşüncenin önde olduğu, sözlü geleneklerin ve ritüellerin toplumun korunmasında önemli olduğu görülür.
Yani aradaki ilişkiye bakıldığında dönemin teknolojisi kol gücünü zorunlu kılmakta, bu zorunluluk da kolektif iş yürütmeye ve komünal ritüellere neden olmaktadır. Hayatta kalmak komünal bir dert olduğu için bütün kültür bunun etrafında şekillenir. Tüm üretim araçları ortakça kullanılıp geliştirilir, toplumun diğer üyelerine mağara resimleri, ateş başı dansları, sözlü anlatılar gibi yöntemlerle hayatta kalma dersleri verilir. Bu sayede teknoloji nesilden nesile aktarılarak devamlılık sağlanır, toplumun yaşama şansı yükselir.
İlkel Komünal Toplum, zorunlu olarak ortakçı gelişen bir altyapının, ortakçı bir üstyapı ürettiğini bizlere gösterir. Kabaca teknolojinin yetersizliği beraber çalışmayı zorunlu kılar. Bu zorundalık ise beraberliği kültürel düzeye yükselterek geleceğin ortaklıklarını inşa eder denebilir.
Öte yandan, sınıflı toplumlara geçildiğinde mesele şekil değiştirmeye başlar. Sınıflı toplumların ilki olan Köleci Topluma bakıldığında altyapının köle emeği üzerinden kurulduğu görülmektedir. Tarım ve hayvancılık ile uğraşan köleler, dönem dönem taştan, dönem dönem metalden aletler kullanarak efendilerine hizmet etmektedir. Sınıfsal ayrım en temelde köleler ve köle efendileri etrafında şekillenir. Ancak bunların arasında zanaatkarlar veya tüccarlar gibi ara sınıflar da bulunmaktadır. Köleler, mülkiyetsizdirler ve üretim fazlasından pay alamazlar. Efendilerinin onlara verdiği kadarıyla hayatta kalırlar. Artık özel mülkiyet vardır ve köleler de bu mülkün bir parçasıdır.
Köleci Toplumun üst yapısına bakıldığında, köle emeği üzerine kurulu olan altyapının ne derece bir uzantısı olduğu görülmektedir. Artık sınıflar var olduğundan dolayı devlet de vardır ve bu devlet köle efendilerinin devletidir. Geçmişin mitolojik düşüncesi artık sistemli hale getirilen dine dönüştürülmüştür. Toplumda tanrısal yasalar ve hukuk bulunmakta, kimin neyi nasıl mülk edineceği, neyi nasıl paylaşılacağı tanımlanmaktadır.
Yaklaşık on bin yıl boyunca süren bu toplum biçiminde elbette ki birbirinden farklı pek çok örgütlenme biçimi bulunmaktadır. Sümerler ile Antik yunan birbiriyle tamamen aynı unsurları taşımaz. Aksine, her toplum kendi öznel koşullarını barındırır. Ancak ortak yanlar bulunmaktadır. Köleci bir toplumda toplum köle emeği üzerine şekillendiği için konu, efendi ve köle arasındaki ayrımın nasıl sağlanacağı ve bu emeğin ürünlerinin nasıl paylaşılacağı ile alakalıdır.
Köle emeği ve kullanılan aletler fiziksel zoru gerekli kılmaktadır. Aletlerin oldukça basit olduğu bu toplumda köleler zincirin ve kırbacın etkisiyle çalışmaktadırlar. Öte yandan efendiler, bu duruma yönelik tanrısal yasalar üretir ve yüce dini anlatılarla bir efendil – köle kültürü yaratırlar. Bu kültür insanları köle ve efendi olarak böler, gerçeklikten uzak, ideal olanın peşinden koşan felsefeler yaratır. Kol emeği zorlu ve pis olduğu için kölelere atfedilir, kafa emeği kutsanır. Köleler, köle olmayı hak ettiklerine inandırılır, efendiler ise efendi olmanın doğuştan gelen hakları olduğunu düşünür.
Köleci toplum, toplumun sınıflara bölünmesinin insanları nasıl değiştirebildiğini göstermesi açısından önemli bir yerde durmaktadır. Teknolojinin artık tarıma ve hayvancılığa izin verdiği, artı ürünün oluşabildiği ve saklanabildiği bir noktada bu teknolojinin kontrolü, toplumun kontrolü demektir. Mevsimlerin ve taşma zamanlarının hesaplanması, artı ürünün ele geçirilmesi, olabildiğince çok kölenin çalıştırılması önemli güç kaynaklarıdır. Bu durumda kültür de bu güç ve kontrol ilişkisiyle şekillenir. Geçmişte sadece hayatta kalma üzerine şekillenen toplum, artık sınıfsal hakimiyet üzerine şekillendiği için ezen ve ezilenler oluşmaya, ezenin ve ezilenin kültürü olarak bir bölünme yaşanmaya başlar. Köleler köle, efendiler efendi kalmaya koşullanırlar. Ta ki isyanlar patlak verene dek.
Romanın çöküşüyle baskın toplumsal örgütlenme haline gelen Feodal Toplumun altyapısına bakıldığında, yine köle emeği kullanılsa da temel çelişkinin köylü ve feodal bey arasında sürdüğü görülür. Üretim, baskın olarak toprak bazlı olup bu dönemin teknolojik gelişimi yüzyıllar boyu kısır kalmıştır. Rönesans’a kadar Avrupa’da önem atfedilebilecek tek gelişme yel değirmenleri olmuştur. Sur içi kentler gelişmeye başlarken lonca bazlı örgütlenme biçimleri de devreye girmiş, şehir içlerinde esnaflar ve tüccarlar boy göstermeye başlamıştır.
Feodal Toplumun üst yapısı da köylü ve feodal bey arasında gelişen kır ve kent çelişkisinden nasibini alır. Gelişim oldukça yavaştır ve kilisenin baskısı bu durumu daha da yavaşlatır. Dolayısıyla skolastik düşünce hakim olup ezbere dayalı bir bilgi sistemi hakimdir. Devlet feodal beylerin, aristokratların devletidir. Kırlarda çalışabilmek için geniş ailelerin örgütlendiği, geleneklerin öne çıktığı ve bilimsel gelişmenin feodalizm çözüldükçe açığa çıktığı bir kültür kendisini gösterir.
Toprak bazlı üretim toplumu köylü ve aristokrat olarak bölmektedir. Köylerde teknolojik gelişme neredeyse yoktur, hayatın akışı ilahi güçlere bağlı ve tutucudur. Dolayısıyla da İlahi bakış tüm hayatın din etrafında ve kilise etkisinde sürmesine neden olur. Kilise etkisinde kültür ve teknolojinin gelişimi kısıtlıdır, bu nedenle sistem yeniliklere düşmandır ve kendini korumak üzere örgütlenmektedir.
Feodal Toplum, pek çok açıdan Köleci Topluma benzese de köylü emeğine ve toprak bazlı bir üretime dayanan yapısı nedeniyle kültürel olarak da toprağın önemli olduğu bir yapıya sahiptir. Toprak, üretim demek olduğundan gücün temsilidir. Toprağa bağlı çalışan köylüler ise kralın tebası olup zamanın sadece değişen ve birbirini takip eden mevsimlerden ibaret olduğu döngüsel bir işleyişe tıkılıp kalmışlardır. Gelişimin bu denli engellendiği bir toplumda teknolojik gelişme sık sık şeytan icadı olarak görülmüş, kültür oldukça tutuculaşıp gelişime kapalı hale gelmiştir.
Feodal toplumu çözüp bağrından çıkardığı Kapitalist Toplum ise, sınıflı toplumların en sonuncusudur. Kapitalist Toplumun altyapısına bakıldığında işçi emeği üzerinden örgütlendiği görülür. İşçinin karşılığı ödenmemiş emek gücü olan artı değer sömürüsü üzerinden şekillenen Kapitalizm, artık büyük çaplı üretimle, makineleri, fabrikaları, sanayisi ve dünya çapında örgütlenen tekel ağlarıyla örgütlenir. İşçinin emeğini sömüren patronlar, emek yoluyla büyüyen sermayenin temsilcileri olup sermayenin her daim büyümesi için uğraşırlar. Bu yüzden teknolojinin gelişimi, kâr oranlarının artmasıyla ilgilidir.
Kapitalist Toplumun üst yapısı irdelendiğinde karşımıza patronların ulus devleti çıkmaktadır. Kendisinden önce gelen tüm toplumlardan bir şeyler devşiren kapitalizm, dini ve milliyetçiliği kendi bünyesinde örgütleyerek toplumu kutuplaştırır. Kâr amacıyla örgütlenen sistem, rekabeti hayatın her alanına sokar ve sonsuz bir büyümenin getirisi olarak tüketim kültürünü örgütler.
Kar amacıyla kurulan fabrika ve makineler büyük bir işçi sınıfı yaratmaktadır. Kar amacı nedeniyle kitleler rekabetle bölünüp tüketim kültürü pompalanır. Tüketim kültürü nedeniyle her türlü şey sadece para ile ölçülür ve sahip olmanın yüceltildiği meta fetişizmini doğurur. Meta fetişizmi ise insanı tüketimiyle var ettiği için onu yabancılaştırır, sistemin devamlılığını sağlar ve kar amaçlı üretimi sürdürür. Böylelikle kapitalizm, kendi yarattığı kültür sayesinde teknolojik gelişmenin önünü kâr elde edip sermayeyi büyüttüğü sürece açar ve kendisini sürdürecek yenilikleri örgütler.
Ancak kapitalizm, bunca gelişmişliği ve yenilik hırsına rağmen giderek kendi önünü tıkamaktadır. Bugünün sanayisi, tüm dünyayı kat be kat doyuracak, giydirecek ve tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde üretim yapmasına rağmen dünyanın büyük bir kısmı temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktadır. Çünkü bu teknolojik gelişmenin ardında toplum yararı değil, kâr amacı bulunmaktadır. Dolayısıyla da bunun yarattığı kültür, devasa üretim ağlarının faydalarını beraber kullanacak insanlar yetiştirmek yerine bunların faydalarını kendilerine saklayan rekabetçi tüketiciler yetiştirir. Bu durum, fikri mülkiyet nedeniyle bilimsel gelişmelerin yayılmamasına, patent nedeniyle en basit icatların bile kullanılamamasına, üretilen bilginin ancak satıldığında işe yarar olmasına yol açmaktadır. Sistem sıkıştığında savaşlar yoluyla kendisine yeni kâr alanları sağlaması ve silah teknolojileri yoluyla militer bir savaş kütürünü örgütlemesi de cabasıdır.
Fakat Kapitalist Toplum’un emek sermaye çelişkisi sonsuza kadar sürmeyecektir. Sistem, bu kadar gelişmişliğiyle kendi altını oymaktadır. Ya kendi yarattığı iklim krizi, savaşlar ve silahlar ile dünyayla beraber kendini yok edecektir ya da kendi içinden çıkan işçi sınıfı tarafından yerlebir edilip yeni bir toplumun inşası için kullanılacaktır. 20. Yüzyılda başlayan devrimler çağına bakıldığında, kapitalizm sonrası bir toplumu düşlemek hiç zor değildir.
Kapitalizm Sonrası Toplumların, yani kapitalizmin devrimlerle yıkıldığı Sosyalist Toplum ve kapitalizmin dünya çapında yenilip bir bütünde sınıfsız bir toplumun kurulduğu Komünist toplum ve sonrasına baktığımızda tahmin edebileceğimiz birkaç olgu vardır. Bu Sınıfsız Toplum’un altyapısına bakıldığında, Kapitalist Toplum’un çoktan örgütlemeye başladığı robotik, sibernetik, yapay zeka ve dünya çapında sanayi ağları görülecektir. Ancak bu toplum, işçinin ödenmemiş emeği üzerinden şekillenmez, özgür üreticiler üzerinden şekil alır. Dolayısıyla da sınıflar yoktur ve çıkar birliği bulunmaktadır. Bu nedenle ekonomi önceki gibi kaotik değil, planlıdır.
Sınıfsız Toplumun üst yapısına bakıldığında sınıflar olmadığı için devletin de bulunmadığı bir tablo görülür. Sınıfsız ve sınırsız bir toplum boş zamanın gerçekten olduğu, doğa ve toplumun birbiriyle uyumlandığı, kolektif yaşamın sürdürüldüğü ve bütün yaşamın bilimsel saiklerle örgütlendiği bir organizasyon biçimidir. Elbette bunları ancak bir yere kadar tahmin edebiliyoruz. Keza bu toplum hala kurulmadı. Fakat altyapı ve üstyapı ilişkisini bu zamana kadar anladığımız biçimiyle, bahsettiğimiz bu konuların gerçekleşmesi oldukça olasıdır.
Kısacası, insanlık faydası için çalışan makineler bol bol boş zaman yaratmaktadır. Bu nedenle çalışmak bu toplumda zorunluluk değil, kendini inşa etmenin yolu olur. Her türlü işi istediği gibi yapabilen insanlar pek çok alanda gelişir ve toplum bilim ve sanat ışığında büyür. Böylelikle ölü yıldızlara hayatı götüren insanlık, hayatı giderek daha da kolaylaştıran teknolojiler geliştirir ve kendi tarihini gerçekten yazmaya başlar.
Kısacası kapitalizm sonrası Sınıfsız Toplum, Teknoloji ve Kültür’ün gerçekten birbiriyle uyum halinde olduğu, birbirlerini sınırsız ölçüde geliştiren ve dolayısıyla insanı kendi tarihinin efendisi haline getiren yegane toplumdur. Bu raddeye geldikten sonra toplumun içerisindeki çelişkiler artık sınıflı toplumlardaki gibi yüzyıllar veya binyıllar içerisinde değil, yıllar, haftalar, günler içerisinde çözülebilir hale gelir. Yani bir son değil, bir başlangıçtır. İnsanın, insanlık tarihini gerçekten yazdığı bir başlangıç.
Yorum bırakın