Özgürleşme Pratiği Olarak Fraktal Tiyatro

Bu yazı bilim, sanat ve felsefe alanlarında çalışan, Nisan 2025’te kurulmuş olan Hadsiz Kolektif’in tiyatroya dair vizyonunu taşımaktadır. Üretim, yaratım ve eğitim pratiğinin bütününde benzer tartışmalar yürüten Hadsiz Kolektif’in bu konudaki görüşünün tiyatro topluluklarıyla buluşmasının faydalı olacağını düşünerek kolektif adına bu metni yazdık.

Augusto Boal’e göre tiyatro kendi içinde devrimci olmasa da bir devrim provasıdır. Çünkü tiyatro bize gerçek hayatta belki de hiç yaşayamayacağımız deneyimleri sunar. Başkaldıramayanların başkaldırdığı, var olamayanların var olduğu, eskiyi beğenmeyenlerin yeniyi kurduğu bir yerdir tiyatro. Kurgu içinde her şey olanaklıdır. Dolayısıyla da tiyatro, devrimi prova etmenin yegâne mekânıdır.

Devrimi prova etme şansı olan insan, özgürlüğün tadına bakmıştır. Özgürlüğe aç kalmış günümüz insanı bu tadı aldıktan sonra hayatın her alanında onu aramaya başlar. Önce sesini, mimiklerini ve bedenini kullanışı değişir, sonra da diğer insanlarla kurduğu ilişkiler. Hiçbir şey tiyatrodakinin yerini tutmasa bile özgürlük, kişinin hayatına bir sarmaşık gibi yapışır. Sahne tozu alanların sahnelerden kopamamasının bir nedeni de elbette bu özgürlük tadıdır.

Tiyatronun dönüştürme potansiyeline inanıyorsak ve en azından icracılarının dönüşebildiğini kabul etmişsek artık hangi yöne gideceğimizi tartışırız. Sahnedeki oyuncu doğal olarak oyunu tarafından etkilenir. Oyunu ona dertlerini anlatabilmesinin yollarını gösteriyorsa, ötekiyle temas edebilmeyi öğretiyorsa, eylemin gücünü ve hayata müdahil olmanın önemini fark ettirebiliyorsa oyuncu aktifleşir. Artık ezberden cümle okuyan mekanik oyuncuların olduğu oyunların yerine kendini ifade eden, ilişki kuran ve müdahil olan oyuncular örgütleyebilen bir oyundan bahsediyoruz demektir. Oyunda özneleşen oyuncu, bu yolla hayatının da öznesi olmaya başlayacaktır.

Ancak derdimiz sadece birkaç tiyatro oyuncusunun özgürleşmesi midir? Öncelikle ne istediğimize karar vermemiz gerektiği ortadadır. Bizler özgür bir gelecek hayali kuruyoruz. Karşımıza dikilen sınırları yıkmayı, ne yapmamız gerektiğini söyleyenlerden kurtulmayı, hareketimizi sınırlayıp bizi kimliklerimize göre tasnif edenleri başımızdan atmayı istiyoruz. Bunun karşısına ise kolektif bir özgürlüğü, dayanışmayı, beraberliği ve ortaklaşmayı koymak derdindeyiz. Yani hayalimiz, bugün bize haddimizi aştığımızı söyleyen bu sisteme karşı hadsiz bir gelecek yaratmaktır.

Konumuz hadsizlik ise özgürleşen oyuncular bunu pekâlâ yapabilir. Ancak hadsiz bir gelecek istiyorsak koca dünyamızda üç beş oyuncunun özneleşmesi bizi çok bir yere götürmeyecektir. Odağımızı büyütmek zorundayız. Tiyatro yalnızca sahneye değil, topluma yönelmiş bir müdahale biçimidir. Sahnedeki özgürleşmeyi nasıl toplumsallaştıracağımızın yollarını bulmak elzemdir.

Bu konuda biraz tarihe bakalım. 1965 – 1971 arası faaliyet gösteren Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ve 1971 – 1980 arası faaliyet gösteren Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) bu konuda bize yol gösterebilecek hareketlerdir.

Detaya girmeden önemli konuya gelelim. Sendika tiyatroları. TÖS ve TÖB-DER, faaliyet süreleri boyunca Anadolu’nun dört bir yanında yüzlerce tiyatro açmışlardır. Bu tiyatrolar da kolektif biçimde yürütülmüştür. İşçilerin, öğrencilerin ve her kesimden mahallelinin katıldığı mecralar olan bu tiyatrolarda emekçiler kendi sorunlarını dile getirmiş, birbirini dinlemiş, çözüm üretmiş ve hem entelektüel bir üretim hem de pratik bir dönüşüm sürecine katılmışlardır. Konuya dair detaylı bir okuma için Eren Buğlalılar’ın Kadife Koltuktan Amele Pazarına / Türkiye’de Politik Tiyatro (1960-1972) kitabını öneriyoruz.

Döneme damgasını vuran bu tiyatrolar sadece seyir yerleri değillerdi. Aynı zamanda sosyalleşme alanı, okul, terapi merkezi ve çözüm masasıydılar. Dönemin devrimci kadrolarının da yetiştiği bu tiyatroların sınıf bilincinin gelişmesinde ve toplumun dönüştürülmesinde önemli rolleri vardı. Biz de bugün tam da bu noktadan konuyu ele almak istiyoruz.

Bugün TÖS veya TÖB-DER gibi yapılar bulunmuyor. Ancak bir fikir olarak sendika tiyatroları, mahalle ve semt tiyatroları ve buradan doğan her türlü yerel tiyatro fikri karşımızda durmakta. Bu yazıda değinmeyecek olsak da Halk Oyuncuları (1967-1970) ve Devrim İçin Hareket Tiyatrosu da (1968 – 1971) sokak ve mahalle tiyatroları içerisinde önemli yerlerde duruyor. Hatırlayalım, tiyatro bize özgürlüğün tadını verebilir demiştik. Bu tadı dört bir yanda kadınlar, öğrenciler, emekçiler, işsizler ve türlü türlü farklı kesimlerden insanların aldığını düşünelim. İşte devrim kitlelerin eseri olacaksa eğer, devrim provasını da artık kitlelerle yapıyoruz demektir bu.

Anlaşılacağı üzere tartışmamızın ilk konusu tiyatro icrasının özgürleştirme potansiyelini ortaya çıkarmaktı. İkinci konumuz ise bu potansiyeli toplumsallaştırmak, genele yaymakla ilgili. Yani bizim sadece tekil tekil tiyatroların yaşamasına değil, bir bütünde tiyatroların yaygınlaşmasına, sendikalara, semtlere, mahallelere, okullara inmesine ihtiyacımız var. Eğer özgür bir gelecek hayali kuruyorsak, haddimizi bildiren bu sisteme karşı çıkacak hadsiz bir toplum istiyorsak o zaman bunu yaratacak mekanizmalarımızın da olabildiğince toplumsallaşması şarttır. Sorumuz tiyatroların nasıl bu kadar yaygınlaştırılacağı, tabiri caizse ele ayağa düşürüleceğidir.

Tiyatroların bu kadar yaygınlaşması, tabii yanlış anlaşılmasın özgürleşme pratiği olarak tiyatroyu ele alıp sürekli eleştiren, eğiten ve eyleyen tiyatroların yaygınlaşması, özgür bir kültür inşasına yol açacaktır. Tiyatrolar artık sadece oyun sergilenen yerlerden çıkacak, birer dönüşüm ve değişim okulu hâline geleceklerdir. Fakat karşımızda oldukça büyük bir engel daha bulunmaktadır. Biz daha tek bir tiyatronun kirasına, faturalarına yetişemiyorken dört bir yanda yeni tiyatrolar nasıl açılacaktır?

Bu noktada da tartışmamızın üçüncü ve son konusuna geliyoruz. Üretim alanlarını geri almak. Bizden alınanı nasıl geri alacağız? O eski güzelim sahneleri, büyük kumpanyaları, 4 kişiyi aşan prodüksiyonları geri getirmenin yolu yok mu? 

Ne yazık ki işimizin en zor kısmını bu tartışma oluşturuyor. Belki de çoğumuzu umutsuzluğa sürükleyen nokta da burası olabilir. Bizim de cevaplarımızın oldukça kısıtlı kaldığı bir alan burası. Ancak çözümsüz değiliz, hatta ümidin büyüğü de burada diyebiliriz.

Yeni bir gelecek hayaliyle, hele de özgürlükle yoğrulmuş bir gelecek hayaliyle yanıp tutuşuyorsak eğer, sanatımızı toplumsal pratikler içinde nasıl var edeceğimizi tartışmamız gerekir. Yani üretim alanlarımızı geri almak için grev, işgal ve direniş pratiklerini kullanmaktan, sendikalarla ve demokratik kitle örgütleriyle beraber çalışmaktan, bakışta ortaklaşabildiğimiz kurumlarla ve kişilerle birlikte üretmekten bahsediyoruz.

Nasıl ki 60’lı ve 70’li yılların sendika tiyatroları varsa, bugün de bu tiyatroların nasıl kurulacağını araştırmak zorundayız. Nasıl ki zamanında mahalle tiyatroları kurulabilmiş, üçer beşer kişilik amatör tiyatrolar boy verebilmişse bugün de aynı pratiğin daha güncel hâllerini bulmalıyız. Yani üretim alanlarımızı geri almanın yolu kimi zaman demokratik kitle örgütleriyle beraber çalışmaktan, kimi zamansa tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi toplumsal olaylar içerisinde kamusal mekânları tiyatro sahnesi hâline getirmekten geçer. 

Elimizin değdiği her yerde, geçici veya kalıcı tiyatrolar kurma şansımız olabilir. Elbette ekonomik zorluklarla çalışan, tiyatroya çok kısıtlı bir vaktini ayırabilen emekçilerden bahsetmiyoruz sadece. Bu doğrultuda az da olsa fırsatı olan herkesin, farklı mekânlarda, amatör ekipler kurmak için kadrolar yetiştirmesi, büyümesi, sırlarını ortaya döküp birbiriyle paylaşması gerekiyor. 

Bu modele bir isim verecek olursak eğer (ki tiyatroda hadsizlik demek yeterli kalmayabilir), fraktal tiyatro modeli diyebiliriz. Bu model, büyük ve köklü tiyatroların yanında semtlerde, mahallelerde, apartmanlarda, sendikalarda, derneklerde, eylemlerde, direnişlerde, grevlerde ve işgallerde tiyatrolar kurulmasını öngörüyor. Tıpkı atar damarların kılcallanması misali, tiyatronun dönüşümcü akışı en büyük damarlardan en küçük damarlara, kimi zaman kalıcı kimi zamansa geçici yapılara doğru akar. Böylece sürekli genişleyen, asıl profesyonel kimliğin ötesinde tiyatro yapan ve ekonomik kaygıların dışında tiyatroyu ele alan kitleler doğar.

Fraktal tiyatro modeli, üretim alanlarını nasıl geri alacağımızın sadece yolunu verir. Ve elbette ki kolay bir yol değildir. Belki de tiyatrocuların yıllar süren emeklerinin bir sonucu olabileceğini tahmin edebiliriz. Fakat bu model tartışmamızın üç noktasını da karşılar bir vaziyettedir. Fraktal tiyatro modeli:

1- Özgürleşme pratiği olarak tiyatroya bakıldığında mikro alandan makroya değin her türlü alanda tiyatrocunun özgürleşmesini önceleyen, dönüşüm okulu olan tiyatrolar kurmayı sağlayacaktır. 

2- Tiyatronun toplumsallaşması ve özgür bir kültür inşasından doğru bakıldığında her ölçekte tiyatronun varlığı, konuyu olabildiğince geniş kitlelere yayarak bu konuda çalışan kitleler yaratacaktır.

3- Üretim alanlarının geri alınması bağlamında bakıldığında toplumsal hareketlerin bizzat içinde olan ve bu bağlamda çalışan kurumlarla birlikte icra edilen tiyatrolar kaybettiğimiz alanları kitlelerin ekonomik ve politik gücü ile geri alacaktır.

Sonuç olarak Hadsiz Kolektif olarak gelecek hayalimiz fraktal tiyatro modelinin hayata geçmesidir. Önerimiz, bu doğrultuda tiyatroya bakan ve bu tiyatroları kuracak kadroların nasıl yetişebileceğinin, bunların olanaklarının ve bu konuda izlenebilecek yolların tartışılmasıdır. Özgür bir gelecek için tiyatroyu ve tiyatrocuyu özgürleştirmek şarttır.

Gelecek hayalimiz basittir. Sahneyi yeniden kurmak, oyuncuyu ve seyirciyi özgürleştirmek, tiyatroyu bir direniş ve dönüşüm okuluna dönüştürüp toplumun tüm damarlarında var etmek. Bu okulun dersleri her yerde verilebilir: bir okul bahçesinde, bir grev çadırında, bir gecekondu sokağında. Çünkü tiyatro sahnesi, geleceği birlikte kuracağımız yerin kendisi, geleceğin provasıdır. 

Yorum bırakın