Miyavlayan

Tramvaydan iner inmez -hatta inmeden bile önce- onun hakkında bir hikâye yazacağımı biliyordum. Hayatımda gördüğüm en etkileyici şeydi. En son sekiz ya da dokuz yaşındayken kaza yapmış bir arabanın dibinde ağzından kanlar akarak yatan bir kadın ve o kadının başında feryat eden başka bir kadın daha gördüğümde bu kadar etkilenmiş ve o günle ertesi yarım günü ‘bir daha asla eskisi gibi olamayacağım’ diyerek geçirmiştim. İşte bu kızın bende yarattığı etki de hemen hemen aynıydı.

Halbuki, her zamanki gibi bir durak sonra inip okula gitmeyi bekliyordum. Bir duraklık bu yolculuğumda bir süre sonra sol taraflardan bir miyavlama sesi duydum. Sesin nerden geldiğini anlamaya çalışırken bir kez daha bir miyavlama geldi. Gözlerim yeri arıyordu ama aklım belli ki gözlerimle alay ediyordu, çünkü sesin kaynağı bir insandı. On bir on iki yaşlarındaki bu kız, elindeki poşetle koltukları tek tek dolaşıyor ve poşetin içindekileri göstererek karşısındaki somurtkan yüzlere miyavlıyordu. En ilginç olan yanıysa insanlardan her türlü ret cevabını -kabaca, kibarca, basit bir el hareketiyle ya da kızın olduğu tarafa dönmeyip onun varlığını tümüyle yok sayarak- aldıktan sonra bile o yüzündeki tebessüm ve mutluluğun değişmemesiydi. Benim ayakta beklediğim tarafa doğru gittikçe yaklaştı ve karşı koltuktakilere de miyavlayarak iki lolipop uzattı. İkisi de istekli olmadı. Sonra, geri çektiği lolipoplardan birini yere düşürdü; adam uzanıp yardım etmek istedi ama kız, ondan önce davrandı ve yanı başıma çömelip yerden aldığı lolipopun paketini açarak yalamaya başladı. Ardından bir kere daha miyavladı, bu sefer boşluğa. Benden başka kimse izliyor mu diye etrafa baktım, birkaç kişi dışında kimsenin umrunda değildi.

Durağıma geldik. Bana da sormadan sırtımı ona dönmek istedim, ama geç kaldım. Beni fark etti ve ayağımı dışarı atamadan bana da miyavladı. Elimi bir refleksle hayır anlamında kaldırdım. Yanımda para yoktu, olsa bile hep böyle yapıyordum gerçi. Özellikle de her gün, ayaklarında doğru düzgün bir ayakkabı ve bir çorap bile olmayan bir sürü mülteci çocuğun ordan oraya koşuşturduğu bu trende buna alışmıştım. Güvenlik onları dışarı atana kadar da en fazla bir iki durak sürüyordu bu yolculukları zaten. Ama neden sanki bu kızı diğerlerinden ayırt etmemiştim? Param yoksa bile her gün yüzlercesinden aldığı kaba jest yerine başka bir şey yapamaz ya da söyleyemez miydim?

Okula epey erken gelmiştim, ayaklarım beni kendiliğinden kütüphaneye götürdü. Orada masalardan birinde bir boşluk yakalamış, kızı düşünürken köşede dolaşmakta olan kütüphanenin kedisi beni fark etti ve bir süre sonra gelip ayaklarıma sürtünmeye başladı. Bu kedi herkese böyle yapıyor, en ufak bir işaret verirseniz de hemen gelip kucağınıza atlıyordu. Muhtemelen biraz önce de, ondan sıkılana ya da kucağın sahibi kütüphaneyi terk edene kadar başka birinin kucağındaydı. Bana bakıp miyavladı. Kıyafetlerimin tüylenmesini hiç istemiyordum ama dayanamadım ve gerekli kedi sinyalini verdim. Önce masaya, ardından pat diye kucağıma atladı. Sarımsı tüylerini elimle okşamaya başladım. Gördüğüm en sevgiye muhtaç kediydi. Ama bugün farklıydı. Kedinin farklılığının benden kaynaklandığını anlamam çok geç olmadı. Hala, o kızın bendeki şok etkisini atlatamamıştım. Bu kedi de tüm varlığıyla adeta bir artçı şok etkisi yaratmıştı. Kızı bir türlü çözemiyor, anlamlandıramıyordum. Ortak evrensel bir dil olarak keşfettiği için mi çıkarıyordu bu sesi? Ya da reddedileceğini bildiği için nasılsa fark etmiyor ve en azından bu sırada kendince eğleniyor muydu? Peki ya gülümsemesi, gözlerinin her reddedildiğinde daha da ışıldaması? Kedi kucağımda iyice mayışmaya başladı, artık kalp atışlarını hissedebiliyordum. Kucağımdakinin hafifçe kıpırdanışına aldırmadan telefonumu çıkarıp aralarına bir yenisini daha eklemek için notlarıma girdim: “Miyavlayan Kız. Lolipop. Mutlu.” Bu kadardı yeni notum, başka da bir şey yazamadım.

Ertesi gün aynı beklenti içinde ama hayal kırıklığına uğrayarak -tramvaydaki kızdan eser yoktu- tekrar kütüphaneye gittim. Belki bir kez daha görürsem başka şeyler de aklıma gelir demiştim ama buna aldırmadan yine de bilgisayarların olduğu tarafa geçtim. Bir Word belgesi açıp boş sayfaya bakmaya başladım. Belki bir saat bakmışımdır öyle. Olmuyordu. Aklımdaki imge, ellerimi hareket ettirip parmaklarımı tuşlara dokunduracak gücü vermiyordu. Eve gidince de durum değişmedi. Onunla yazdığım ilk öykünün o meşhur edebiyat dergisinde yayımlandığı ve artık sihirli diye düşündüğüm daktilom bile yardımcı olamıyordu bana. Ancak “Miyavlayan Kız” diye başlığı kondurtabildi tepeye. Gerisi bomboştu. Birkaç parça bir şeyler düşünüyor, ellerimi heyecanla F klavye daktilomun tuşlarına uzatıyor ama o ilk harfin mürekkebi daha kâğıda değmeden hemencecik geri çekiyordum. Kızın sureti bir türlü A-4’e geçmiyordu. İlk defa kurgu olmayan bir şey yazmaya çalıştığım için oluyordu tüm bunlar, biliyordum. Gecenin sonunda “Gerçek, kurmacadan daha tuhaftır.” sözünü hatırlıyor ve kâğıda bunu geçirebiliyordum ancak.

Aradan bir hafta geçiyor, kızı tekrar görmeyi ümit edip ama göremediğim. Okula gidip gelmeye devam ediyorum. Kütüphaneye. Kütüphanedeki kediyi seviyorum tekrar ve tekrar. Bazen çok sevdiğimde nedensizce cırmalamaya başlıyor, bu da tuhaf bir huyu bu kedinin. Sırf bu yüzden sevmeyeni de çok. Her seferinde daha da isteksizce masamın başına oturuyorum. Daktilomun silik şeridinden bir cümle çıkmış duruyor kâğıdın tepesinde. O da sanki her geçen gün daha da kayıyor kâğıdın altına. Başka bir şeyler yazmazsam o da terk edip gidecek kâğıdı, eminim. Ama gidip kaybolmasına göz yummaktan başka çarem kalmıyor, en azından hala başlığım var diyerek kendimi avutuyorum.

Kütüphanedeki kediyle o kız arasında tuhaf bir bağ olduğunu düşünüyorum gün geçtikçe. Birkaç arkadaşım daha bana o ‘kedi kızı’ gördüğünü söylemese neredeyse bütün bunların bir hayal ya da rüya olduğunu düşünecek raddeye geliyorum. Notlarıma en çok bu kendimden şüphe ettiğim anlarda bakıyorum. Ama not defterimdeki diğer yüzlerce sürreal fikirlerim -ki bunların arasında zamanda yolculuk yapanlar, ölüp de yaşayan insanlar da var- o dört kelimenin gerçekliğine daha da şüphe düşürüyor. O yüzündeki tebessümü iyi ki kaydetmişim diyorum kendi kendime. Çünkü bunu uydurabilmem mümkün değil. Dolayısıyla o bir kurgu değil, yaşıyor ve onu unutsam da unutmasam da -yazsam da yazmasam da- yaşamaya devam edecek. En azından bununla besleniyorum günlerce.

Sonunda kızı tekrar görüyorum. Elindeki poşetle koltukları dolaşıyor yine. Ama miyavlamıyor artık. Ayakta durmuş onu seyrediyorum. Benim olduğum tarafa doğru yaklaşıyor. Beni fark ediyor ve durup bana bakıyor. Yüzünde hiçbir duygu yok. Elimi cebimden çıkarıp para uzatıyorum. Birden, ne olduğunu anlamadan üstüme atlayıp her yanımı tırmalamaya başlıyor. Hikâyesini yazdığımı biliyor mu?

Yorum bırakın